Kiarostami’nin onaylı bir kopyası: Copie Conforme

Aşık olmak için yolların kesiştiği “an”ın özel olması şart mı? Ya da zamanın hangi noktasında akrep yelkovana denk düşmelidir ki hislerimiz aynı doğrultuda akmayı başarabilsin? Abbas Kiarostami’yi ve bizleri önceki filmleri göz önüne alındığında farklı bir mekanla buluşturan bir İtalyan hikayesiyle karşı karşıyayız. Yönetmenin “esas” olanı arama çabasının sınırlarını, “sahte” mi  yoksa “orijinal” mi olduğu kestirilemeyen, sırtını bir 15 yıl öteye dayamış yarım günlük bir aşk hikayesiyle zorluyoruz. Sahip olduğumuz özde komplike varoluş hikayelerimizin, “ben”i metalaştırarak fazla gözümüzde büyütüp, üstelik eşsizliğimizi dünyanın merkezine yerleştirebilme çabamızın bir sanrıdan ibaret olduğunu düşündürmenin yanı sıra, kişisel ve yerinde eleştiriler yapabilmemize de olanak sağlıyor “Copie Conforme”. Öyle ki, insanoğlunun belki de en büyük zaafı, bencilliği, farkında olarak ya da doğuştan edindiği değerlilik ilkesi ile tuzla buz oluyor bu İtalyan kasabasında. Bu, ister bilinçli bir edinim olsun, ister bilinçsiz, önemli olan, o kadar da büyütülecek yaşam pratiklerine mensup olmadığımız gerçeği oluyor işin doğasında.

Sanat eserlerinin kopyalarının da aslından farkının olmadığını savunan, hakkında yazdığı kitabını tanıtmak üzere seminer vermek üzere İtalya’ya gelmiş İngiliz bir yazar ile, sözde kendisini yalnızca fiziksel bir çekim nihayetinde hoşlanırken bulan, Fransız asıllı bir okur arasında geçen ufacık ve alabildiğine derin bir öyküyü anlatıyor. İlk kez burada karşılaşıyoruz yasal bir kopyanın orjinal bir ürünle kıyasına. Hatta bu noktadan sonra evlilik kurumunu da bir ürün olarak ele alıyor film. Öykü, yazara şehri tanıtmak ve elindeki kitapları imzalatmak isteyen bu “tamamen yabancı” kadınla, şehre yalnızca seminer vermek için gelmiş, gelmişken de oyalanmak niyetinde olan “tamamen yabancı” bir adamın onları evli bir çift sanan garsona, karı-kocaymış gibi yaparak, tabir-i caizse “rol keserek” bir çeşit oyuna start vermeleriyle başlıyor. (Yabancılıklarının “tamamen” olması hakkı özellikle saklı tutuluyor, en azından Kiarostami bu yönde düşünmemizi istiyor) Bu iki yabancı insan, bulundukları saatler içinde bu oyunu layıkıyla gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapıyor. Üstelik kimi zaman gerçek olmayan hikayelerine bizi bile inandırmayı başarıyorlar. Elle (Juliette Binoche) ile evliliğin o romantizmle boyalı kısmına meylederken, James (William Shimell) ile romantizmi çoğunlukla rafa kaldırıp realizmin doruklarına yükseliyoruz. Her iki karakterin de, 15 yıllık evliymiş gibi davranarak, olması gerektiği üzere birbirlerine sarılıp, olması gerektiği gibi birbirini kıskanan, bazen tartışan, bazen kavga eden hatta öyle gerektiği için tavır alıp çocukça birbirlerine küsebilen bireylere evrilmelerini izliyoruz. Hatta öyle ki 15 yıl öncesinde balayı geçirdikleri kurmaca bir otel odasında belki yeniden birlikte olurlar kim bilir diyerek umutlanıveriyoruz. Evlilik sisteminin gereklerinin ne olduğuna dair fikir yürütüp ne olmadığı konusunda uyarılıyoruz adeta. Örneğin bir kadın ve bir erkeğin hayat boyu geçerli bir sözleşmeye imza atmaları hiç bu kadar anlamsız gelmemişti derken, karşımıza yılları devirmiş yaşlı bir çift çıkıyor aniden; öylece kolkola yürüyorlar, mantığın yerini duygulara bırakıyoruz o saniyede. Bu arada da kendilerine has farklı hayatlara öykülerine sahip bu çiftin bu İtalyan kasabasında ne yaptıklarına dair hiçbir fikir vermiyor hikaye bize. Film, sunduğu bir çeşit role-playing örneklemesiyle yaşamda üzerimize geçirdiğimiz kimliklerimizin gerçek mi yoksa aslının birer uyarlaması mı olduğu konusunda düşünmeye teşvik ediyor kısaca. Evlilikte çocuk konusu da ayrı bir tartışma konusu olarak çıkıyor karşımıza. Çocuk, yetiştirilmek üzere ortaya çıkarılmış bir varlık olmanın aksine, bir şeylerin tartışma odağı edilmek için yaratılmış bir nesne olarak yer alıyor. Yine bir özeleştiri imkanı sağlıyor bu örnek de. Bireyler arasında iletişim aracı olarak kullanılan dil, filmin gidişatı içinde değerini kaybediyor, onun yerini davranışlar alıyor. Bir yerden sonra çiftin her birinin farklı dillerde konuşarak iletişim kurması ilk andaki kadar şaşırtıcı gelmemeye başlıyor dolayısıyla; böylelikle, odaklandıkları ve bizi çektikleri dünyanın biçimi de eskisi kadar sahte bir izlenim yaratmıyor. Kiarostami, vazgeçilmez bir obje olarak çiftin geçirdiği o çok özel “an”ların tuzu biberiymiş gibi kullanıyor cep telefonunu. Sürekli çalan bir cep telefonunun sesi ile modern dünyanın götürdüklerinden dem vurmak icap ediyor filmin çeşitli anlarında. Özgür düşünce ve sanatın mevzu edildiği durumlarda hayal dünyasından çıkarıp bir çırpıda gerçekle yüz yüze getiriyor minik bir telefon bizleri de, onları da. Hayal kurmanın da o kadar kolay olmadığına dair bir fikir veriyor içinde yaşadığımız sözde “modern” dünya.

İtalya ve onun yerel kültürü film boyunca etkileyici bir unsur olarak çıkıyor karşımıza. Modern insanların, gelenekçi yapılarla bezenmiş dünyası filmin öyküsüyle bire bir örtüşüyor.

Bir bakıma, geleneksel ahlak anlayışına karşı öğretici bir dille Andre Gide’in “Ayrı Yol”unu anımsatıyor. Film, zaman zaman esprili diliyle, komedi unsurları da taşıyan bir çift örneklemesiyle ise Woody Allen’ın Manhattan’ını da andırıyor.

Özetiyle, Kiarostami, sınırlarından kopup, biraz insanın karmaşık yapısının hayata yansımalarını ifade edebilmek, belki biraz da Avrupa’ya yaklaşarak, kültürel farklılıklarımıza rağmen evrensel ortaklıklarımızı belirgin kılabilmek adına kalkıp İtalya’ya kadar gelmiş. Daha önce çekilmiş birçok filmle benzerlik kılmayı mümkün kılacak yapısına rağmen yine de kendine özgü certified bir copy olma özelliği taşıyor film. İsmi ile müsemma olmaya çalışır bir edası da yok üstelik. Aslının aynısı gibi…

Kiarostami’nin onaylı bir kopyası: Copie Conforme” üzerine bir yorum

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.